30 Aralık 2007 Pazar

Molimiz Kızımız Kuzumuz

Sene 1994.. Aylardan Haziran.. Nisan ayında 6,5 aydır kalmakta olduğum hastaneden eve çıkmışım ve zamanımı neredeyse mütemadiyen evde geçiriyorum. İşte biz hayatın bu noktasında yaşarken abocim bir gün elinde bir kutuyla çıkageldi. Kutunun içinde bir köpek yavrusu. Güzel mi güzel, tatlı mı tatlı, yumak mı yumak.. Aydan'la ben görür görmez yavruya aşık olduk tabii. Ama o dönemde iş için haftada birkaç gün Bursa'da kalan annemden hemen veto geldi. Evde köpek beslemek zor olurmuş, pis olurmuş, sürekli peşinden temizlemek gerekirmiş, mişmiş de mişmiş. Çiftlikteki lojmanda yaşadığımız yıllarda köpeklerimiz olmuştu ama hiç evin içinde beslememiştik. Aydan'la annemi ikna etmek için epey bir dil döktük. Aydan bütün sorumluluğu üstlendi, karnını doyuracak, çıkarıp gezdirecek, temizleyecekti. Gel gelelim annem Nuh diyor peygamber demiyordu. Sonunda konu öyle bir noktaya geldi ki annemin ağzından şu cümle döküldü: "Ya köpek ya ben!" Bu söz üzerine Aydan'la birbirimize baktık ve "Sen zaten haftanın üç günü evde olmuyorsun," deyiverdik. Annemin suratındaki Brütüs tarafından bıçaklanmış Sezar ifadesini tahmin edersiniz. Ama daha fazla itiraz etmedi ve adı daha sonra Moli olacak ve kendisinin de çok çok seveceği yavrunun evde kalmasına gönülsüzce de olsa razı oldu. Kuzu evimize böyle geldi işte..

Daha 3 haftalıktı. Minicikti. Tüyleri kahverengi, gözleri lacivertti ve biri kalk gidelim, diğeri otur oturduğun yerde dercesine ayrı yerlere bakıyordu. Bakışları büyüdükçe düzeldi ve bu sefer de gören çoğu kişinin "insan gibi" dediği bakışlara döndü. Aklarının oldukça belirgin oluşunun bundaki etkisini sonradan keşfettik. Gerçekten de çok anlamlı bakışları vardı kuzunun. Zamanla ne kadar akıllı ve zeki olduğunu da gördük. Tuvalet eğitimini hemen halletti ve ortalığı hiç annemin sandığı gibi kirletmedi. Tuvalet ihtiyacı olduğunda eğer dışarı çıkarılamıyorsa balkon kapısına gider, patisiyle cama vurur, işini balkona çıkıp hallederdi. Hiç ihmal etmemeye çalışırdık ama bir gün kabına su koymayı unutuvermişiz. Hiç unutmam, boş su kabını her zaman durduğu yerden alıp burnumuzun dibine getirip bırakmıştı. Mesajını vermenin yolunu mutlaka bulurdu kuzu. Arabanın sesini tanır, ta 9. kattan duyar ve ev ahalisinden birinin geldiğini anlayıp heyecanlanırdı. Hele Aydan'ın gelişini her nasılsa hep hissederdi.

İki kere anne oldu, toplam on çocuk doğurdu. Her biriyle olağanüstü ilgilendi, besledi, büyüttü. Ne kadar iyi bir anne olduğunu o zaman gördük. Onun yavrularını da çok sevdik, çok zor ayrıldık, ama kuzunun yeri her zaman çok başkaydı. Ailenin ayrılmaz, yokluğu düşünülemez bir parçasıydı.

Yaşlandıkça durgunlaşmaya başladı ama yine ara sıra "delirir" (evin içinde bir oraya bir buraya durmadan koşturmasına öyle derdik) oyun oynamak için bulduğu bir çorabı veya oyuncağını Aydan'ın önüne getirip her an tekrar kapmaya hazır şekilde bırakırdı. Hele tutup çekiştirmeye bayılırdı. Böyle hareketli günleri giderek azaldı, güzel gözlerine perde indi, katarakt oldu. Derken bir gün öksürmeye başladı. Hemen veterinere götürdük. Veteriner yaşlılıktan dolayı kalbinin büyüdüğünü ve ciğerlerine baskı yaptığını söyledi. Moli'nin nefesi de sıklaşmış ve biraz zorlaşmıştı. Çok heyecanlandığında bayılıp olduğu yere devriliveriyordu. Bir süre sonra sıvı dolan karnı da şişti. Onu bu halde görmek içimizi parçalıyor ama elimizden duadan başka bir şey gelmiyordu. Veteriner her an her şeyin olabileceğini söyleyerek hazırlıklı olmamızı istiyordu.

Ama hazırlıklı olamıyormuş insan. Bunca yıllık dostun gidişi öyle kolayca kabullenilemiyormuş. Ölü bedenine sarılıp veda ederken insanın gözleri yaş, içi kan ağlıyormuş. Onunla geçirilen yıllar gözlerin önünden film şeridi gibi geçiyormuş. Yokluğuna alışılamıyormuş.

Bize pek çok şey öğretti Moli. En başta hayvan sevgisini öğretti. Koşulsuz sevgiyi öğretti, vicdanı öğretti, yoldaşlığı öğretti. Ona o kadar çok şey borçluyuz ve o kadar özlüyoruz ki..

Olduğun yerde mutlusundur inşallah kuzum. Umarım bolca et, tavuk, ayıklanmış çiğdem, meyveli yoğurt, dondurma, börek, mandalin, çikolata yiyorsundur. Umarım kırlarda bahçelerde özgürce koşuyor, çok sevdiğin gibi arabanın camından başını çıkarıp rüzgarı hissediyorsundur. Umarım dilediğince geziyor, ayaklar dibinde ezilme tehlikesine rağmen inatla yaptığın gibi çörekleniyor, veterinerin kapısının önünden bile geçmiyorsundur. Umarım istediğin zaman oyuncağı çekiştirmece ve kaçırıp vermemece oynuyorsundur.

Yanımızda olduğunu ummuyorum. Çünkü biliyorum. Her zaman da olacaksın. Seni çok seviyoruz. Rahat uyu..

10 Aralık 2007 Pazartesi

Başka Türlü Bir Sevinmek

Hafta sonu, bütün Fenerbahçe taraftarlarının heyecanla karışık keyifle beklediği bir maç vardı: Galatasaray derbisi. Endişeden ziyade keyifle beklenmesinin sebebi de, çok sevdiğim arkadaşım Ozan'ın deyişiyle "kaide"nin her seneki gibi gerçekleşeceğinden büyük ölçüde emin olunması. İddialı olmayı, büyük konuşmayı sevmem ama 8. senenin sonunda bu kadarına hakkımız olsun, Galatasaraylı dostlar kusurumuza bakmasın :) Ezeli rakibi yenmenin tadı bir başka..

Maç alışık olduğumuz bir sonuçla tamamlandı :) Ama alışık olmadığımız bir görüntü vardı: Deivid'in golünün ardından, Brezilyalı oyuncuların başı çekmesiyle yapılan "yengeç dansı" :) Günün hatırasına, görüntüler buraya da eklendi..


28 Kasım 2007 Çarşamba

Dört Duvar


Yine uyandım dört duvar arasına
Yalnızlık karşıladı beni
Hüzün şarkılarıyla

Kapattım kulaklarımı
Dönüp sordum
İçimdeki çocuğa
Bugün uçayım mı?
Gülümsedi usulca

Dört duvarı
Korkuları
Acıları
Yılgınlıkları
Ardımda bırakıp
Yükseldim
Uçsuz bucaksıza

Güneşin sıcaklığını
Yüzümde hissettim
Rüzgarı saçlarımda
Deniz kokusunu çektim içime
Doyasıya

Hayallerle sarmaş dolaş
Daha da yükseldim
Kahkahalarım çınlattı sonsuzluğu
Dans ettim bulutlarla

Sonra bir tüy oldum
Süzüldüm... süzüldüm
Dört duvar arasına
Gözyaşı gölüne kondum
Yavaşça

Korkular ve acılar
Kan kokusu almış köpekbalıkları gibi
Sardı etrafımı

Yitip gidecekken
İçimdeki çocuk aldı beni
Şefkatle tuttu
Zarar vermekten korkarcasına
Yastığının altına koydu
Uyudu

Bir şiir oldum
Aktım kelimelerce kulaklarına

Sonra bir rüya oldum
Uyanmamacasına.


24 Ağustos 2001

21 Kasım 2007 Çarşamba

18 Kasım 2007 Pazar

Gökkuşağı

Neden bilmem, gördüğümde beni hep mutlu eder. Benim gibi olanlar vardır belki diye düşünerek paylaşmak istedim :) Bugün.. İzmir...



Feysbuk diyoruz aramızda

Epeyce bir süre direndim mail kutuma düşen davetiye maillerine. Soranlara "hayır, girmedim, halihazırda çok vaktimi alıyor her şey, zaman yetiştiremiyorum" dedim. Yeni bir sanal buluşma alanı olarak gördüğüm için dahil olmaya pek de hevesli değildim. Görüşüp konuştuğum arkadaşlarımın bana yettiğini düşünüyordum. Eh, yeni insanlarla tanışmaya da pek sıcak bakmıyordum. Öyleyse ne işim vardı Feysbuk'ta?

Kimilerinde vardır, bende de mevcut: aşırı popüler olana karşı bir antipati, bir isteksizlik. Daha dün konusu oldu mesela, Bizimkiler dizisini hiç izlemediğimi söyledim. Keza Kurtlar Vadisi'ni. Kurtlar Vadisi neyse de, Bizimkiler'i izlemediğime pek şaşırdı herkes. Çünkü o dönemde seyredecek başka bir şey yokmuş, herkes onu seyrediyormuş. Evet, işte tam da buydu belki sebep. Bir de televizyonu her açışımda aynı adamı aynı halde aynı pencerede görüşüm. İsmi Uğurtan Sayıner imiş, nam-ı diğer Cemil. Özleyenler için dizinin fragmanını koyuyorum aşağı :)



Nerede kalmıştım? Evet, popüler olanın bende yarattığı antipatinin de itelemesiyle epeyce direndim. Sonra bir gün, davet maillerinden birindeki linke tıkladım. Üye oldum boşlukları öylesine doldurarak ve birkaç ay boyunca unuttum gitti. Bir gün yine Feysbuk lafıyla karşılaşmam üzerine, benim orada bir hesabım vardı, bakayım ne oldu diyerek girdim (evet, şifremi unutmamışım) ve 2 aydır görmemi bekleyen bir doğumgünü kutlama mesajım olduğunu gördüm. Mesajı görünce mutlu oldum ve giriş o giriş.

Şimdi (az buçuk tecrübeli olduğumu düşünüyorum Feysbuk'ta) sorsalar.. Tamam, elzem bir oluşum değil derim. Hatta bence gereksiz çok fazla uygulama var. Ama gerek ilkokul, ortaokul çağlarına götürerek zamanda bir nevi yolculuk yaptırması, gerek bazı uygulamalarıyla küçüklü büyüklü mutluluklar yaratabilmesi, gerek de sanal bile olsa tanıdığınız insanları bir mesaj uzaklığına getirmesiyle bence güzel. Yıllardır görmediğiniz insanları tanıma fırsatı sunuyor. Hangi filmleri, hangi müzikleri sever, nelere karşıdır, nelerin yanındadır, hatta fazla meraklılar için çocukları anneye mi benzemiş babaya mı gibi sorulara bile cevap bulunabiliyor :)

Sonuç olarak, Yaşasın Feysbuk! tezahüratları yapmasam da içinde bulunmaktan şikayetçi değilim. Ara sıra arkadaşlarla birer kahve içiyoruz, fena olmuyor :) En azından şartlar karşılıklı, gerçeğini içmeye elverene kadar..

17 Kasım 2007 Cumartesi

2008

2007'nin bitmesine az kaldı.. Yılın bu zamanları heyecanla karışık bir hüzün olur bende. Dile kolay, koca bir yıl daha bitti, bir yaş daha büyüdük, hayat yolunda bir sene daha ilerledik. Zaman, nasıl olduğuna akıl erdiremediğim bir hızla akıyor.

Şöyle bir dönüp baktım da bu yıla.. 2007'yi çok sevdiğime karar verdim, bu yüzden bu sene hüznüm daha yoğun. Sevdiklerim yanımdaydı, fiziksel olarak yanımda olamayanlar da kalben yanımdaydı, biliyorum. İşimde sorunsuz bir sene geçirdim, iki haftalık bir üşütme süreci hariç sağlık sorunu yaşamadım. Fenerbahçe 100. yılında pek çok branşta şampiyon oldu :) Yılın son aylarında Avrupa'da da bizi gururlandırdı. İsteyip de kavuşamadığım neredeyse hiçbir şey olmadı. Kısaca 2007 mutlu, huzurlu, şanslı, güzel bir yıldı.

2008 nasıl olacak meçhul, ama en az 2007 kadar güzel olacağına inanıyorum. Yeni yıl için kararlar vermek çok yaygındır. 1 Ocak 2005'te sigarayı bırakışım da bu şekilde olmuştu. 2008 için de bir takım kararlarım var. Mesela bu sene zamanımı daha iyi değerlendirmek istiyorum. Bence sahip olduklarımız içinde en değerlisi zaman. Bir başka kararım, Türkiye'de daha önce görmediğim en az 3 yere gitmek. O kadar az yerini gördüm ki.. ülkemin güzelliğine hakaret sayılır. Sevdiklerimle daha çok vakit geçirmek için gerekirse şartları zorlamak bir başka kararım. Bunun yanı sıra endişeleri azaltıp cesareti arttırmak da var, yapabilirsem :) Kararlarım yanında temennilerim de var elbet. Tıpta bizi sevindirecek gelişmeler, sağlığımda iyileşmeler, sevdiklerimin iyiliği ve mutluluğu, Misket ve Moli'nin sağlıklı bir şekilde bizimle olmaya devam etmesi, işimde başarı gibi son derece kişisel istekler. Eh, bu yazı zaten sadece benimle ilgili :)

Bakalım 2008 biterken neler yazacağım..

6 Ekim 2007 Cumartesi

Ovacık

Kendimi bildim bileli var Ovacık. Daha doğrusu Ovacık Köyü'ndeki çiftlik. Yıllar önce, babamın bir iş arkadaşının önerisiyle gidip gördüğü ve dedemlerle satın aldıkları, ormanın kıyısında birkaç dönümlük bir arazi ve içinde dedemin, anneannemin, dayımın, teyzemlerin, annemlerin alın teriyle inşa edilmiş ev ve kümesler...

Çocukluğumda yaz tatillerinde gider, mis gibi yayla havası alırken dedemin kurduğu salıncakta doyasıya sallanır, ormanda kozalak toplar, tadına doyum olmayan köy ekmeklerinden yerdik. Anneannemin saç üzerinde pişirdiği köy ekmekleriyle yaptığı dürümlerin tadı başka hiçbir yerde bulunamaz. Bazen o hamuru yoğurup ekmekleri pişirirken yanında durup izlerdik. Oklavayı ustaca kullanışını, sacın üzerindeki ekmekleri seri hareketlerle çevirişini hayranlıkla seyreder, ateşin sıcaklığını hisseder, ekmeklerin mis gibi kokusunu içimize çekerek dürümleri yiyeceğimiz anı sabırsızlıkla beklerdik. Çoğul konuşuyorum çünkü biz dört kız, Ovacık'ta olduğumuz zamanlarda birbirimizden hiç ayrılmazdık. Kardeşim Aydan, benden bir yaş büyük teyzem Süheda, benden bir yaş küçük teyzem Gülşah ve ben. Dördümüz birlikte büyüdük sayılır, çocukluk anılarımıza girmeye kalksam satırlar yetmez.

Dedemler kirazları dikeli ne kadar zaman oldu bilmiyorum. 3-5 senedir her yaz bolca kiraz yeriz, büyükçe bir bahçe var. Aslında yok yok desem yalan olmaz. Cevizden eriğe, duttan kestaneye, ne ağacı ararsanız köydeki evin bahçesinde bulmak mümkün. Anneannem ve dedem sağ olsun, dikip büyütmeyi keyifli bir görev edinip her bir ağacı titizlikle, sevgiyle, özenle büyütmüş. Sayelerinde yılın her mevsiminde, bir çok meyveyi adeta dalından yeriz. Bu lütuf için onlara ne kadar teşekkür etsek az.

Çocukluğumdan beri her yaz mutlaka gittiğimiz köye, her nasılsa neredeyse bir buçuk senedir gidememiştik. Dedemlerin içten içe gönül koyduğunu biliyordum. Evlatlarını, torunlarını yanlarında görmekten çok mutlu olurlar. Hele köydeysek mutlulukları katlanır. Geçenlerde, işimin az, havanın güzel, dedemlerin de köyde oluşunu fırsat bilerek, "Hadi," dedim anneme. "Dedemlere sürpriz yapıp Ovacık'a gidelim." Bayıldı bu fikre. Araba da vardı. Atladık gittik. Kemalpaşa'da durup en sevdikleri yiyeceklerden biri olan pideleri yaptırmayı da ihmal etmedik.

Bizi gördüklerinde yüzlerinde gördüğüm ifade, o mutlulukları dünyaya bedel. Onları sevindirmiştik ama asıl ödülü alan bizdik. Tertemiz hava, mis gibi doğa, onların gülen yüzü, taze cevizler, felekten çalınan, tadına doyum olmaz bir gün. Bunca zamandır gitmemiş olduğumuza epey hayıflandım ve ilk fırsatta tekrar gideceğime dair kendi kendime söz verdim. Bakalım bir dahaki gidişimizde dalından hangi meyveyi koparacağız? :)

28 Ağustos 2007 Salı

Yol


Hissetmek mucizeyse
İnancım bastonum
Yolum uzun
Sabır taşı koynumda
Yolcuyum

Bağrım yanık
Boynum bükük
Yine de
Yüzümde gülücük

Heyhat hayat
Yaşıyorum seni
Et, bekliyorum
Ne edeceksen, et!

Yel değirmenlerin devasaymış
Zalimmiş
Yıkar, yok edermiş
Ne yazar?
Benim Dulcinea’m var!


22 Aralık 2001

8 Temmuz 2007 Pazar

Mütemadiyen Çeviriyorum


Çeviriye nasıl başladığım bana çokça soruluyor. Fırsatım varken kısaca anlatayım istedim. 1997'de, kaza dolayısıyla bir yıl kayıt dondurup üç yıl sandalyeyle devam ettiğim okulumdan (9 Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi Turizm İşletmeciliği) mezun olurken mesleki geleceğim son derece belirsizdi. Turizm, benim fiziksel koşullarımda iş bulup çalışmak için oldukça zor bir sektördü. İş bulma ve üretme konusunda karamsarlığa kapılmamaya çalışarak geçirmeye başladım günleri. Bu arada bolca da kitap okuyordum. Çocukluğumdan beri kitap okumayı, kelimelerin yarattığı dünyalara dalmayı çok severim. Bir gün şu bayiilerde satılan aşk romanlarından birini okurken gözüme cümle yapısındaki bir hata çarptı ve ben bunları çevirebilirim diye düşündüm. O sıralarda klavye kullanmaya da başlamıştım ve çok hızlı olmasa ve sıkça düzeltmem gerekse de yazabiliyordum. Kitabın üzerindeki adrese bir mektup ve CV ile başvurdum ve şartlarımı anlatıp çeviri yapmak istediğimi söyledim. Hemen karşılık geldi ve 1998'de çeviri yapmaya başladım. Dört sene boyunca beyaz dizi, pembe dizi olarak bilinen aşk romanlarını çevirdikten sonra daha derin sulara açılma vaktinin geldiğine karar vererek birkaç büyük yayınevine başvurdum. Altın Kitaplar'dan cevap aldım ve bana hemen bir deneme çevirisi gönderdiler. Deneme çevirisini yapıp geri göndermemle elimde tuğla gibi bir bestseller bulmam bir oldu! Açıkçası yeni bir yayınevindeki macerama daha önce pek çok romanını severek okuduğum Stephen King'in bir kitabıyla başlayacağım hiç aklıma gelmezdi. Altın Kitaplar'da çeviriye, 2002'den bu yana, Kore'ye gidişlerim hariç kesintisiz bir şekilde devam ediyorum ve işimi çok severek yapıyorum. Çevirdiğim kitabı basılmış halde görmek bana inanılmaz bir manevi tatmin hissi veriyor, bir ürüne kalıcı bir katkıda bulunduğum için mutlu oluyorum. Bir işim olduğu, üstüne üstlük bu işi çok sevdiğim için şanslıyım.

Şimdiye kadar hangi kitapları çevirmiş olduğum bana sıkça soruluyor. Onun için hazır böyle bir alan varken aşağıya eklemeye karar verdim. Aralarında okumuş olduklarınız varsa olumlu/olumsuz eleştirilerinizi/yorumlarınızı mutlaka beklerim :)
Not: Yeni çeviriler raflarda yerini aldıkça bu listeyi güncelleyeceğim..

30 Haziran 2007 Cumartesi

28 Haziran 2007 Perşembe

Kök Hücre Nakli

Aslında benim Kore ve kök hücre maceram bir değil bir çok yazıya konu olacak kadar uzun. Kök hücre naklinden haberdar oluşum, internette fellik fellik mail adresi arayışım, bulduğum adreslere umutla yazışım, sonunda Histostem'le temas kuruşum, HLA testi yaptırıp sonuçlarını ve MR'ımı gönderişim, tedaviye uygun bulunuşum, gerekli paranın iki ay gibi kısa bir süre içerisinde el birliğiyle toparlanışı, ailecek Kore'ye uçuşumuz, öncesiyle sonrasıyla ameliyat, Türkiye'ye dönüşümüz ve altı ay sonra, bu kez Aydan'ı Misket ve Moli'yle geride bırakarak ikinci ameliyat için gidişimiz ayrı birer yazı konusu ve yazar mıyım henüz bilmiyorum ama bu kez sadece oldukça fazla merak edilip sorulan ameliyattan bahsedeceğim.

HLA testi sonuçlarına göre bana uyan kordon kanının bankalarında bulunduğunu öğrenmemizden ve ameliyata uygun olduğuma karar verilmesinden sonra geriye New Life Foundation'a bağışlamamızı istedikleri 50,000$'ı denkleştirmek ve uçuş tarihimizi belirlemek kalmıştı. Parayı hala inanmakta güçlük çektiğimiz bir süratle toparladıktan sonra 22 Nisan 2005'te Seul uçağına bindik.

New Life Clinic'te bir süre kalıp Kore hükümetinden gerekli iznin çıkmasını bekledikten sonra 9 Mayıs'ta Hanyang Üniversitesi Hastanesi'ne yattım. Çeşitli testler yapıldı, röntgen ve MR çekildi. Ameliyatı yapacak olan doktor, Prof. Jae Min Kim'i daha tanışır tanışmaz çok sevmiş ve büyük bir güven duymuştuk. Sanırım ameliyata girecek olan kişi ve ailesi için en önemlisi de bu.

10 Mayıs sabahı ameliyata girdim. Ameliyathaneye gittiğimde başımda bone, üzerimde de sadece yeşil bir önlük vardı. Annemlerle ameliyathanenin kapısında ayrıldık. Hastabakıcı beni içeride ameliyatı bekleyen diğer hastaların yanına götürüp bıraktı. Baktım, içlerinde en genç bendim. Hepimiz bonelerimiz ve yeşil önlüklerimizle sedyelerimiz üzerinde yatıyor, neler olacağını bilmemenin yarattığı hafif bir endişe ve heyecanla sessizce etrafımıza bakıyorduk. Çoğu genç olan ve maskeleri ardında hepsi birbirinin aynıymış gibi görünen doktorlar ara sıra yanımızdan geçiyor, bize kısaca bakıyorlardı. Göz göze geldiklerime gülümsediğimi hatırlıyorum. Gülümsediğim belki benim doktorlarımdan biriydi, belki değildi, bilmiyordum. Muhtemelen proseförler gelmeden önce ameliyathaneyi ve hastayı hazırlayan asistanlardı. Sonra gelip beni aldılar ve parlak ışıklarla aydınlanmış ameliyathaneye götürdüler. Sedyenin üzerinden ameliyat masasına geçirdiler. İşaret parmağımın ucuna kıskaç gibi bir şey taktılar, muhtemelen özel bir ismi vardır, bilmiyorum. Sonra içlerinden birinin, "Ona kadar sayar mısın Kanan Kim," dediğini hatırlıyorum. Kore'de kimseye Canan dedirtemedik zaten, hastaneye girişimi yaptırırken ismimi Kore harfleriyle Kanan okunacak şekilde yazmışlar, çıkana kadar Kanan kaldım. Kaça kadar sayabildim, bilmiyorum. Saymaya başlayabildiğimden bile emin değilim :) Aşağıya ameliyatın iki bölüm halindeki görüntülerini ekliyorum.



Görüntüler, 3-4-5 ve 6. omurların çıkarılmasından sonra başlıyor. Açık olan omurilik zarı doğası gereği kapanma eğiliminde olduğu için açık halde sabitleniyor. Omurilikteki beyazımsı alanlar, hasarlı bölgeler. Kırmızı damarlı alanlar ise sağlıklı bölgeler. Beyaz alanlara çeşitli noktalardan toplam 10cc kök hücre enjekte ediliyor. Sonradan konan pişmaniyeye benzer maddeler tamamen doğalmış ve vücutta zamanla yok oluyormuş. Ameliyat sırasında omuriliğin zara yapışmış olan kısımları da ayrılıyor. Doktorum ayrıca omuriliğe baskı yapan bir omuru hafifçe geri çektiğini söyledi. Görüntülerde son olarak omurların yerlerine yerleştirilmiş ve titanyum çivilerle sabitlenmiş olduğu görülüyor. Süslü omurlarım olduğunu söylersem yalan olmaz :)



5 saat süren ameliyattan sonra yoğun bakım ünitesinde kendime geldim. Gözlerimi açtığımı, davul gibi şiş hissettiğimi, sonra annemin yanıma geldiğini hatırlıyorum. Meğer aşağıdaki bekleme alanındaki ekran aracılığıyla ameliyathaneden bilgi alabiliyorlarmış. İlk sütunda hastanın ismi, ikincide cinsiyeti, üçüncüde yaşı, dördüncüde ameliyatın türü, beşinci sütunda ise o sırada hangi aşamada olduğu yazıyor. Kırmızı yazı hastanın ameliyatta olduğu, lacivert yazı ise ameliyata hazırlandığı anlamına geliyor.

Ameliyatın on beşinci gününde hastaneden taburcu oldum. İlk haftası biraz zor geçti, zorluğun sebebi büyük ölçüde mide bulantısı ve istifralardı. Ağrı ve uyuma güçlüğü de oldu ama uyuyabilmeye başladıktan sonra her şey hızla iyiye gitti. İkinci hafta ilkine nazaran oldukça rahat geçti. Hastanenin beşinci katındaki bahçeye sık sık çıktık. Hastanedeki en sevdiğimiz yer olduğunu söyleyebilirim :) Ameliyat bölgesine bu arada düzenli olarak pansuman yapıldı. Önce kan torbası çıktı, sonra dikişlerin yarısı, 11. gün de geri kalanı alındı. 12. gün en mutlu günümdü çünkü saçlarımı yıkamamıza izin verdiler :) 15. gün hastaneden kliniğe döndük ve dönüş tarihini beklemeye koyulduk.

25 Kasım 2005'te yukarıda anlattıklarım tekrarlandı. Doktorum ilk ameliyat sırasında gördüğü beyazımsı alanların küçüldüğünü söyledi ve buna elbette çok sevindik. Şimdi üçüncü ameliyat için Kore'den haber bekliyoruz. Bakalım bundan sonra ne olacak :)

23 Haziran 2007 Cumartesi

Cafe Yerimm

Bu fotoğrafın çekildiği günün üzerinden neredeyse bir yıl geçti. 26 Haziran 2006'ydı, yine sıcak bir İzmir akşamıydı ve Cafe Yerimm'in hayatımızın bu kadar ayrılmaz bir parçası olacağını henüz bilmiyorduk. Belki içten içe tahmin ediyorduk ama bu kadarını beklemiyorduk. Açılışta kameraya böyle heyecan ve gururla gülümseyen sevgili Meryem Hanım (abocimin kahve tarifiyle ilgili yazıda da kendisinden bahsetmiştim) ve eşi Recep Bey (böyle çok resmi oldu aslında, biz kendisini Recep Abi veya Reco veya Recep Usta, hatta Necet Amca şeklinde çağırmaya alışmışız :) şu bir yılda neler yaşadı bir sorsak herhalde üç hafta boyunca cevabı dinlemek durumunda kalırız. Pek çoğuna birinci elden, daha da çoğuna birinci ağızdan şahidim de oradan biliyorum. Yeri geldi yetiştirilmeye çalışılan siparişin telaşını yaşadık, yeri geldi doğum günlerinde mum üfleyip dilekler tuttuk, yeri geldi elektrik kesintisi yüzünden buzluktaki yiyeceklerin bozulması stresini paylaştık, yeri geldi fincan kapatıp kahve falı dinledik (bunun yeri her gidişimizde geliyor ya neyse :) ve şimdi fark ettim ki bu "yeri geldi"lerin sonu yok çünkü biz şu bir senenin neredeyse her haftası Cafe Yerimm'deydik ve çok şey paylaştık. Sahiden de bizim "yerimm"iz olmuştu orası. Her anımızın gayet keyifli geçmesinin altında yatan sebep orada hep aynı sıcaklığı buluşumuz mu acaba? Sevdiğimiz insanlarla bir arada oluşumuz mu? Muhtemelen en büyük sebep bunlar ama yemeklerin de gayet leziz olduğunu söylemeden geçemeyeceğim :) Bildiğim kadarıyla müdavimlerinin sayısı da hızla artmakta. Hayatta ne yaşıyorsak bir sebebi olduğuna inanırım, inancıma göre hiçbir şey tesadüf değil ve bunun küçüklü büyüklü pek çok örneğine tanık oldum. İlk anda bizi üzen, hatta yıkan olaylar, haberler, zamanla "iyi ki öyle olmuş" dedirtebilecek olmadık noktalara sürükleyebiliyor bizi. Belki hiç olmamasını tercih edeceğimiz, olumlu sonuçlarına rağmen yaşamamış olmayı dilediğimiz deneyimler var. Ama onları yaşamamış olsak kim bilir neler çıkaracaktı hayat karşımıza, bilmek mümkün değil. Bir baktım ki cümleler birbirine eklenivermiş. Teyzemin kemoterapi sürecini, o dönemde cafeyi eksiksizce, tüm düzeniyle hizmet verir halde başarılı bir şekilde idare edişini, Recep Abi'nin, kuzenlerim Duygu ve Alanay'ın hem bir arada kalıp hem yaşamaya bir şekilde devam edişlerini düşünürken kaptırıp gitmişim. Belki de hayatın karşımıza çıkardığı bu acı tatlı sürprizler yüzünden Cafe Yerimm'in bizde bambaşka bir yeri oldu. İyi ki de oldu, bundan sonra da olacak umarım. Yoksa Naciye Hatun'un kızları ve torunları nerede toplanacak, değil mi ama? :) Bilmeyenler için; Cafe Yerimm, Göztepe Stadı'nın hemen karşısında, Fatih Koleji (yedi senemi geçirdiğim eski okulum olur kendisi, hey gidi) ile aynı sokak üzerinde. Ve bildiğim kadarıyla kapıları sıcak bir çaya, yemeğe veya sohbete aç olan herkese açık :)


Sonradan not: Cafe Yerimm maalesef çeşitli sebeplerle kapandı. Ama güzel anılarıyla gönlümüzdeki yeri baki :)

20 Haziran 2007 Çarşamba

Tamamen Asılsız Burç Yorumları

Düşündüm de, şu sanal ortama ilk girişimiz üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçmiş. 1996'da eve önce bilgisayar, ardından Superonline ve o günlerde bedava olan 0800'lü hatlarla birlikte internet gelmişti. İlk acemilik ve şaşkınlıkla "eee bu interneti edindik, peki şimdi napıcaz?" diye düşünür, sörf maceram o günlerde tek bildiğim web sitesi olan nba.com'a girmekten ibaret kalmaya mahkum görünürken okuldan arkadaşım Kenan uğradı. İnternette sohbet edildiğini, IRC diye bir kavramın ve mIrc adlı programın varlığını o gün ondan öğrendik. Bir servera bağlanıp #izmir kanalına girdik ve art arda akan satırları hayret ve ilgiyle izlerken "chat" maceramız başlamış oldu. Bir çok kişinin burun kıvırdığı, hatta kimilerinin korktuğu sohbet ortamında çok leziz arkadaşlar edindim. İşte bu arkadaşlardan ikisi benden, hazırladıkları bir web sitesi için burç yorumları yazmamı rica etmişti. Burçları ti'ye alan, gayriciddi bir yazı olacaktı. Ben de oturdum, aşağıdaki yorumları yazdım. Yazı yıllar sonra karşıma "Fw" mail içeriği olarak çıkıverince şaşırmadım desem yalan olur :) Biraz naftalin kokuyor olsa da burada da bulunsun bakalım..


Koç: Zekidir genelde koç burcu insanı ama her zaman belli etmez. Ne saman altından su yürütüp karda iz bırakmayandır onlar bilemezsiniz. Hobileri arasında gece mezarlıkta gezinti yapmak ve evin içinde balıkadam kıyafetiyle dolaşmak başlıcalarıdır. Aile bağlarına pek önem verirler, hatta ana kuzusudurlar desek abartmış olmayız. Uğurlu rengi horoz ibiği kırmızısı, uğurlu hayvanı tavşan, uğurlu bitkisi yosundur. Ortama kolay uyum sağlayan bu burca mensup ünlülerden bazıları Batman, Jay Leno ve 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’dir.

Boğa: Boğa burcu insanı çok farklı karakterlerde olabilir. Şöyledir böyledir demek zordur genelde. Çoğunlukla arkadaş canlısıdırlar ama... Tarihe baktığımızda öyle can alıcı bir olayın sorumlusu olarak bir boğa göremiyoruz. Bu yüzden ünlü bir boğa örnek vermek istediğimizde en fazla söyleyebileceğimiz isim Halit Akçatepe olabiliyor. Hobileri arasında amuda kalkmak, kurbağalama yüzmek ve kitapların son sayfasını okumak sayılabilir. Uğurlu giysisi atlet, uğurlu aleti tornavida, uğurlu rengi turuncu, uğurlu yüzyılı 22. yüzyıldır. Bir de güzel dans ettikleri söylenir (gören doğrulasın lütfen).

İkizler: En hazırcevap en şen şakrak burç insanı ikizlerdir desek yalan söylemiş olmayız kesinlikle. Ortamların aranan insanlarıdır, bu yüzden de şımarıktırlar. İlgi görmedikleri zaman yangın çıkarmak veya intihar teşebbüsünde bulunmak gibi yöntemlere başvururlar. Bazen çok acımasız olabilirler. Bu yüzden aşçılık, inşaat mühendisliği gibi mesleklere eğilimlidirler. Uğurlu hayvani kirpi, uğurlu oyuncağı Lego, uğurlu yılı 1842'dir. Tüh geçmiş, ne yazık.. Hobileri arasında Çarkıfelek izlemek başta gelir. Demek ki neymiş, ikizler burcunun bir özelliği de mazoşist olmasıymış.

Yengeç: İyi kalpli, yumuşak huylu, saftoriktir yengeç insanı. Arada karınca ezebilen cani örnekleri de çıkabilir ama o kadarı da olsun hani. Okullarda inek tabir edilen öğrencilerin çoğu yengeçtir. Onlar öğretmenlerin gözdesi, anne babaların diğer kardeşlere örnek gösterdiği çocukları ve hayvanları koruma derneği başkanıdırlar. Hobileri arasında telefon rehberi okumak, elmanın kabuğunu hiç koparmadan soymak ve ambalaj naylonu pıtlatmak bulunur. Uğurlu eşyası uzaktan kumanda, uğurlu ismi Ercan, uğurlu saati 13.45'tir. Hiç bir zaman patlamayacak olan bir fırtınanın öncesi sessizliği gibidirler. Zararsızdırlar, evde rahatça beslenebilirler.

Aslan: Pek kendilerini beğenmiş insanlardır aslanlar. Ayna karsısında saatler geçirdikleri yetmezmiş gibi nerde yansımalarını görseler en az 5 dk izlerler kendilerini. Bu bir kaşık bile olabilir, hatta kim yamuk yumuk görünürken bu kadar çekici olabilir diye de düşünürler onlar. Hobileri arasında süt banyosu yapmak, kertenkele avlamak, ilaç prospektüsleri okumak başlıca gelenleridir. Uğurlu temizlik malzemesi sabun, uğurlu harfi D, uğurlu denizi Akdeniz'dir. Bu burcun kendini yakın hissettiği hayvan ise akbabadır. Burcun ünlüleri arasında Ulubatlı Hasan, Garfield, enter tuşu ve Henry Burç vardır.

Başak: Burçların temizlik kolu başkanıdır başak. Titiz ve çekilmezdir. Abartıp evinde sigara içilmesine izin vermemeye kadar götürebilir olayı. Neron da bir başaktır. Evet evet bildiniz, o sebepten yandı koskoca Roma. Burcun diğer ünlüleri arasında Voltran'ı oluşturan elemanlar ve Lale Devri bulunur. En sevdikleri aktivite, dergilerdeki kadın fotoğraflarına bıyık çizmektir. Bundan arta kalan zamanlarında hayvanat bahçesi gezerler. Uğurlu selamlama biçimleri mereba naber, uğurlu börekleri talaş böreği, uğurlu yazarı Aziz Nesin'dir. Onlara güvenebilirsiniz ama aralık bir kapı bırakmanız sizin yararınıza olur. Burçlar arasında popülaritesine bakacak olursak pek aranan bir burç olmadığını söyleyebiliriz.

Terazi: Bugün hangi yemeği yapayım sorusunun mucidi bir terazidir. Onlar için deveye hendek atlatmak, karar vermek yanında hiç kalır. Bu yüzden onlarla alışverişe çıkmanız hiç hayrınıza olmayacak bir davranıştır. Genelde sekreterlik veya Formula1 pilotluğu gibi mesleklerde görürüz onları. Hobileri yoktur. Zaten bunun için zamanları da yoktur. Uğurlu deseni ekose, uğurlu ülkesi Arjantin, uğurlu oyunu saklambaçtır. Mutfakta pek maharetli bir burçtur terazi. Hatta donmuş yağları tavadan temizlemekte üstüne yoktur. Bu burcun en bir unlu mensubu Tarzan’dır. Onun dışında Fatih Sultan Mehmet, Hürriyet Anıtı ve Büyük İskender gibi daha silik isimleri de sayabiliriz.

Akrep: Her şeyi uçlarda yasayan bir burçtur akrep. Ya çok sıcak ya çok soğuk suyla banyo yapar, ılık kelimesini kullanmaz bile. Saçları ya 55cm ya 0.2mm olur. Her şeyde abartılıdırlar. Fanatik kelimesine anlamını kazandıran insanlar akrep burcudur. En büyük özellikleri yatağın sağ, sol, alt ve üst kısmında yatmalarıdır. Boş zamanlarında telefon tuşlarına basarak beste yapmayı, makrame yapmayı, rakiplerinin her türlü aktivitesini sabote etmeyi severler. Uğurlu sporları kriket, uğurlu notaları fa, uğurlu yönleri güneydir. Onlar hakkında hemen hüküm vermeyin, önce bir dinleyin, öğrenin nedir ne değildir. Herkes 2. bir şansı hak eder. Burcun en ünlüsü Rambo'dur.

Yay: Uyumlu, kibar, sakin, aslına bakarsanız biraz da gereksiz insanlardır yay burcu mensupları. Kolay etkilenirler. Küçüklüklerinde elma şekeri masalına en çok kanan onlardır. En büyük özellikleri asla aynı anda çorap ve terlik giymemeleridir. Onlara en çok rastladığımız meslekler bilim adamlığı, bahçıvanlık, dansözlüktür. Uğurlu kan grupları 0 rh+, uğurlu kafiye çeşitleri cinaslı, uğurlu elleri papaz dö per'dir. Burcun ünlüleri arasında Addams ailesi, Fenerbahçe Spor Kulübü ve Kaptan Kirk'ü sayabiliriz hiç çekinmeden. Arada şefkat gösterelim onlara, sevelim, kabuklu yemiş atıp gönüllerini alalım.

Oğlak: Saf ve temiz kalplidir oğlak insanları. Arada Karındeşen Jack veya Cannibal Hannibal Lecter gibi istisnalar da olmuyor değildir hani. Ama genelde çiçek yetiştirip yavru kedi beslemek gibi hobilere sahiptirler. Çoğunlukla da veterinerlik veya santral memurluğu gibi mesleklere mensupturlar. Alaka aramayın, Karındeşen Jack kedi besliyordu belki, ne biliyorsunuz? Uğurlu rakamları pi sayısı ve 44'tür. Uğurlu rengi menekşe moru, uğurlu parmağı serçe parmağıdır. En büyük özelliği ise birayla votkayı asla karıştırmamasıdır. Bir oğlaksanız süper olmasanız da vasatın üstü olduğunuzu belirtelim.

Kova: Bir ukaladır bir şımarıktır kova insanı ki sormayın gitsin. Anaokulu öğretmeninden üniversite profesörlerine kadar otorite temsil eden herkese yaka silktiren bu burç mensupları her nasılsa iyi bir dost olabilirler. Bu da karıncaların nasıl ağırlıklarının kat kat fazlasını taşıdıkları gibi bir muammadır. Hobileri arasında defterlere kenar süsü yapmak ve balkon paspaslamak olan kova burcunun en büyük özelliği dans ederken partnerinin ayağına basmamasıdır. Uğurlu sayıları 2, 22 ve 222, uğurlu çizgi kahramanı Bugs Bunny'dir. Uğurlu yemeği ise lazanyadır.

Balık: Romantikmiş, duygusalmış, sulugözmüş yok böyle şeyler inanmayın. Balık burcu insanları da gayet sizin bizim gibidirler. Aslında onlar için sıradan desek de hiç abartmış olmayız. En büyük özelliği renklilerle beyazları asla bir arada yıkamamalarıdır. Oyuncak tüylü ayılarıyla uyumak ve banyoda marş söylemek gibi alışkanlıkları vardır. Ne de şirin olabilirler bazen aman da hanimiş diyesiniz gelir. Küçüklükte hep astrofizik mühendisi olmak isteseler de genelde öğretmen olurlar. Uğurlu bir şeyleri yoktur. Batıl inançları çoktur. Yazık di mi, uğurlu bir rakamları bile yok buna karşın...

19 Haziran 2007 Salı

Moli Hanım & Misket Bey

Bizim evin neşesi tanımı her ne kadar klişe de olsa Moli ve Misket'i düşündüğümde ilk aklıma gelen bu. Hatta onlarsız evin nasıl olacağını düşünemiyorum bile. Moli 1994'ten beri bizimle, Misket de 2001'den beri. Misket yabanidir, kendini 10 saniyeden fazla sevdirmez (mama vereceğinizi sanmıyorsa tabii, o zaman biraz daha tahammül gösterebiliyor :) Moli ise saatlerce sevilse doymaz. Birbirlerinden bu kadar farklılar ama her nasılsa yıllardır aynı çatı altında birbirlerini yemeden yaşayabiliyorlar. Moli'nin ara sıra Misket'in üzerine koşmak suretiyle yaptığı güç gösterilerini saymıyorum, zaten sanırım Misket de fazla ciddiye almıyor kendisini :) Öyle zamanlarda söylene söylene kendini yüksek bir yere atıveriyor. İkisi de vakti zamanında anneme ilham olmuş, birer yazı yazdırmış. Dilerseniz Moli hakkında olanı buradan, Misket hakkında olanı ise buradan okuyabilirsiniz. Aslında ikisi hakkında da satırlarca yazabilir, bunca yıldır bize nasıl birer yoldaş olduklarını anlatabilirim ama bazen fotoğraflar bu işi âlâsıyla yapabiliyor :)



Not: Dilerseniz sol alttaki hoparlöre tıklayarak slaydı müzik eşliğinde izleyebilirsiniz. Şarkıcının ismi ve resmi bir-iki saniye sonra kayboluyor :)

18 Haziran 2007 Pazartesi

Abocimden Kahve Tarifi

Türk kahvesi keyfi bir başkadır, tadı ve kokusu eşsizdir. Sohbetlerin en güzel tamamlayıcılarındandır, bağımlılık yaratır. Kendimden biliyorum, her gün kahvaltıdan sonra içmezsem eksiklik hissediyorum. Türk kahvesi tiryakliliğimin müsebbibi Meryem Şahin'dir. İşte ismini burada hiç çekinmeden ifşa ediyorum. Kendisi beş canım teyzemden ortancası olup aynı zamanda bir başka kahve tiryakisidir. Taze çekilmiş mis kokulu kahveleri satın alıp geldikten sonra bir de pişirip ikram edince tatlı sohbet eşliğinde o tada alışmamak da pek kolay değil aslında.

İlk ameliyat için Kore'ye gidip döndükten sonraki sohbetlerimizde en çok özlediğimiz tatlar arasında Türk kahvesi olduğunu söylememizi unutmayan sayın Meryem Hanım, ikinci gidişimiz öncesinde elinde pratik bir kahve makinesi (aslında bir nevi plastik bardak şeklinde su ısıtıcısı) ve iki paket kahveyle çıkageldi. "Abla bak çok kolay, suyu, şekeri ve kahveyi koyuyorsun hemen pişiyor," şeklinde tarif ettikten sonra hemen birer fincan kahve yapıldı ve başarılı sonuç elde edildi. Oldukça küçük ve hafif, dolayısıyla yolculukta taşımak için de idealdi.

Kore'ye gittik, hastaneye yerleştik ve ameliyat gününü beklemeye koyulduk. Tabii o arada kahvelerimizi içiyor, hatta doktorlarımıza ve hemşirelere bile ikram ediyorduk. Fincandakinin hepsini bitirmemenin ayıp olacağını düşünerek dibindeki telveleri de içmeye kalktıkları için ilk kez içenleri dikkatle izliyor, telve faslında uyarıyorduk. Türk kahvesini beğenmeyen Koreli'ye rastlamadık. Ya da kibarlık etmeyip beğenmediğini söyleyene :) Fal bakıldığını söylediğimizde ise özellikle hemşirelerin büyük ilgisiyle karşılaştık. Kadınlar her yerde aynı :)

Annemin teşvikiyle abocim de makinede kahve yapmayı öğrendi. Aşağıda bu yazının yazılma sebebi olan ve her izlediğimde beni gülümseten videoyu bulacaksınız. Tekrar izlediğimde bunu mutlaka paylaşmam gerektiğini düşündüm. İnsanlar kendilerini gülümsetenleri daha çok paylaşmalı. Şimdi kahve tarifini bir de abocimden dinleyin :)



Bilmeyenler için not: Aboci, Kore dilinde baba demek. Küçüklüğümden beri öyle seslenmeye alışmışım ben de.

17 Haziran 2007 Pazar

Kımız Çiftliği

Kımız Çiftliği'nden bahsetmişken dünkü gezimizi anlatayım biraz. Aydan'ın iş arkadaşı Gözde'nin ona yaptığı "hadi kımız çiftliğine gidip ata binelim" teklifine annem, Moli ve ben de beklenmedik şekilde dahil olduk. Aslında niyetim evde serin serin kitap okumakken kendimi arabada Kemalpaşa'ya gider buldum. Aslında Kımız Çiftliği, Kemalpaşa'yı biraz geçince sağ tarafta. Ana yoldan ayrılınca bir müddet dar, toprak bir yolda ilerledikten sonra çakıl kaplı geniş bir park yerine girdik. İnerken arabanın göstergesinden sıcaklığın 35 derece olduğunu öğrenmemiz cesaretimizi kırmadı.

Karnımız çok aç olduğundan önce klimalı restoran bölümüne yöneldik ancak evcil hayvanların içeri kabul edilmediğini öğrendik. Moli'yi o sıcakta arabada bırakamazdık, dışarı da bırakmaya çekindik zira çiftliğin köpeklerinin pek dost canlısı olmadığını ve yabancı köpeklere saldırabileceğini söylemişlerdi. Söyleyenler ise Aybars ve Coybars adında iki çocuk. İsimlerinin anlamı aslan ve kaplanmış. Neyse, dışarıda çardak gibi gölgeli bir bölümde plastik masa ve sandalyeler vardı, hep beraber oraya geçtik. Restorandaki çekik gözlü hanım garsonlar yemek servisini dışarı yapabileceklerini söylemişti. Sonradan öğrendiğimize göre Türkiye'de üniversitede okuyan ve yardım amacıyla orada bulunan Kazak kızlarmış kendileri. Mönüde geleneksel yemeklerden örnekler de vardı, buharda mantıyı Kore'nin mandu'suna benzettik biraz :)

1993'te kurulmuş olan Kımız Çiftliği'nde bir de otağ vardı ancak ziyaret saati 12-17 arası olduğu için girip görme imkanımız olmadı. Yemekten sonra Aydan ve Gözde ata binmeye gittiler. 30 dakikalık ata binme ücreti 19 YTL imiş. Atlar çok munis ve insancıl görünüyordu. 3-4 yaşındaki çocuklar bile korkmadan biniyorlardı. 30 dakikalık süre içerisinde çiftliğin çevresinde geniş bir tur atıyorlarmış. Bu fotoğrafı turun başlangıcında çekmiştik. Hanımlar sanki 40 yıllık biniciymiş gibi rahat görünüyordu :) Çok keyifli bir deneyim olduğunu ve tavsiye ettiklerini söylediler. Atlara akşam yediye kadar binilebiliyormuş.

Kımız Çiftliği'ne gidip kımız içmeden dönmüş olduğumuzu itiraf edip etmemekte kararsız kaldım ama akıllarda böyle bir soru oluşacağını tahmin ettiğimden cevapsız bırakmak istemedim. Aslında tadını çok da merak ediyordum ama kımız içmek ve otağı görmek bir dahaki ziyaretimize kaldı. Neyse ki gidiş kolay, hem çok da yakın, Gözde'nin deyişiyle burnumuzun ucu :)

Başlıktaki Fotoğraf


Blogun orasını burasını kurcalarken başlık yazısının arkasına resim koyabileceğimi keşfettim. Kafamdaki deniz, mavi ve İzmir düşünceleri beni arşivimdeki fotoğraflara götürdü. Vakti zamanında bilumum İzmir fotoğrafını arşive atmışım ancak şimdi kaynağını hatırlamıyorum. Belki gelen bir maildeydi belki de webde rastlayıp beğenip kaydetmiştim, o kısım muğlak.

Diyeceğim o ki; işte bu başlıktaki fotoğraf onlardan biri. Çeken kişi de (ellerine sağlık) Erhan Sürücüoğlu'ymuş. Affına sığınarak estetik kaygılarla fotoğrafı biraz kesip biçtim. Ama orijinal halini bu yazıda yayınlıyorum, buyrunuz.

Sorumlusu YouTube'dur

Bir zamanlar ne olduğunu hatırlayamadığım bir sebeple (muhtemelen bir videoyu protesto ve ihbar etmek içindi) YouTube efendiye üye olmuşum. Dijital makineyle mütemadiyen fotoğraf ve video çeken bir aile olmamıza rağmen daha önce hiçbirini web ortamına yükleme fikri aklımdan geçmemişti. Ta ki dün Kemalpaşa'daki Kımız Çiftliği'ne gidip de yemyeşil ortamı, sıcaktan bunalan Moli'nin küllükten su içişini ve Aydan'ın hayatında ilk kez ata binişini görüntüleyene dek. Ata binme kısmı dışındakiler aslında o kadar da ilginç değil, her yerde yeşillik var ve Moli de envai çeşit kaptan su içmişti zaten. Ama bu kez şunları bir yükleyeyim bakalım dedim. Bunu dememdeki en büyük etken ise geçenlerde Total Video Converter adlı programı kurmuş olup .avi dosyalarının .mpeg'e çevrilmesiyle boyutunun bir hayli küçüldüğünü ve yükleme işleminin içimi baymayacağını keşfetmemdir.

Her neyse, dosyayı dönüştürme işlemini tamamlayıp YouTube'a yükledikten sonra bir de ne göreyim? YouTube çeşitli blog sunucunun linkini verip "videolarınızı blogunuzda da kolayca yayınlayabilirsiniz, işte hemen buyrun tıklayın üye olun" demekte. Bu çağrıya çalışıyor olmama rağmen kulak verip işte bu blogun sahibi olmuşumdur, hayırlı uğurlu olsundur. Tamam, pazar rehaveti dolayısıyla aklımı pek işe veremeyişim de en az Youtube kadar etkendir. Bakalım önümüzdeki maçlar neler gösterecek..