7 Ekim 2009 Çarşamba

Rumeli'den Anadolu'ya Bir Göçmen Kızı


Başlığın "Bizden" kısmına dair güzel bir haberim var. Annemin, anneannemle dedemin gerçek yaşam öyküleri üzerine kurguladığı el emeği, göz nuru romanı Rumeli'den Anadolu'ya Bir Göçmen Kızı, geçenlerde Altın Kitaplar Yayınevi'nden çıktı :)

Bu gelişme bütün aileyi bir anda mutluluk ve heyecana boğdu elbette. Annem Nurişah Kim'in (sevgili yazarın adını ayrıca anmamak olmaz :) senelerdir üzerinde çalıştığı eserini nihayet basılmış halde görebilmiştik. Sırf o an için bile değerdi sanırım.

Hemen okumaya giriştim ve bir buçuk günde bitiverdi. Kahramanlarına olan kişisel bağlarımı bir kenara bırakarak objektif bir yorum yapmam istense insanı içine çeken, aşkın gücüne inancı pekiştiren, akıcı, naif bir roman olduğunu söyleyebilirim. İnsanı bugünden alıp yıllar öncesine, içinde bulunduğu odadan alıp kah bir çeşme başına, kah bir köy odasına götürüyor.

Elbette benim için bambaşka anlamları da var. Annemin el emeği olmasının yanında anneannem ve dedemin kulaktan dolma, yarım yamalak bildiğim hikayelerini böyle ayrıntılı ve hemen yanı başlarında tanıklık edercesine okumak tarifi pek mümkün olmayan, bambaşka bir his. Ara sıra, laf arasında duyduğum isimler, bir anda kocaman bir öykünün, irili ufaklı rollere sahip kahramanları haline geliverdi. Sanki daha önce sadece tek tük, ayrı ayrı duran parçalarını gördüğüm bin parçalık bir yapbozun tamamlanmış hali bir anda gözümün önüne seriliverdi. Bütün bunların üzerine, bire bir tanık olduğum o an da eklenince ayrı bir duygulandım.

Aileden olmayıp okuyanlar belki benim hislerimi yaşamayacaklar... ama keyif alacaklarından eminim :)

Nerede kalmıştık?

Son yazımdan bu yana o kadar çok şey değişti ki. Özel hayat olsun, genel hayat olsun, aile olsun... belki de değişimlerin ve geçiş dönemlerinin yılı 2009. Ve hala bitmedi. Bakalım daha neler bekliyor bizi.

Kiraz'ımız 5 Nisan 2009'da evimizi terk edip meçhule gitti. Günlerce aradık, her yere ilanlar verdik ama sanki yer yarıldı içine girdi. Ve hala nerede, nasıl olduğunu bilmiyoruz. İyi olduğunu dilemekten başka bir şey gelmiyor elden. Yazılara ara vermemin baş nedeni de buydu sanırım. Her gelişimde onun o güzel yüzünü görmek, hoş geldin deyişimizdeki mutluluğu hatırlamak ne şevk bırakıyordu ne istek. Zaman ilaç olabiliyor ama asla unutturamıyor.

Artık yara kabuk bağlamış besbelli.. ki dökülüyor cümleler tutuk da olsa.

Kaldığımız yerden devam..

11 Mart 2009 Çarşamba

Kiraz


Son günlerde dilimden düşmeyen kelimelerden biri: Kiraz. Bizim Kiraz kızımız. Oğlanların pabucunu neredeyse dama atan pamuk kızımız :) Yok yok, hepsinin yeri apayrı. Kiraz'ımız ailemizin en son üyesi olduğu için bugünlerde dikkatler biraz daha onun üzerinde, hepsi bu. Yeni evin 3 uğurundan biri.

Hoş geldin, Kiraz. İyi ki geldin.

20 Mayıs 2008 Salı

Bu gençler bayramı Assos'ta kutladı :)

Mayıs her sene dört gözle beklediğim, en sevdiğim, bir o kadar da çabuk geçiveren ay. Bu sene Mayıs ayında Çanakkale yolculuğu, benim için olabilecek en güzel sürprizlerden biriydi. Çanakkale’yi oldum olası görmek istemişimdir. Son bir senede methini giderek daha çok duyar olmuştum, tanıdığım bir çok kişi de gidip görmüş, beğenisini dile getirmişti. ‘Bir gün ben de gideceğim kısmetse’ diye düşünüyordum. Meğer o ‘bir gün’ pek yakınmış :)



Aslında Çanakkale’yi seven ve benim de görmek istediğimi bilen İlker önayak olmasaydı belki hala görmemiş olacaktım. O gidelim deyince, ben de 19 Mayıs Gençlik Bayramı tatilinin Pazartesi’ye denk geldiğini fark edince geriye yolculuk planını ve otel rezervasyonu yapmak kaldı. Rezervasyonu yola çıkmaya bir hafta on gün kala halletmeye kalkınca Çanakkale’deki bütün otellerin o tarihte dolu olduğunu keşfettik. İnternette otel isimleri arıyor, telefonla soruyor, ardı ardına “dolu” cevabı alıyordum. Yaklaşık yirmi beş telefon görüşmesinden sonra, tam ümidim tükenmek üzereyken Albena Hotel’den Sibel Hanım mutlu haberi verdi. Tek seçeneğimiz olan otel, şansımıza her yönüyle harika çıktı :)



17 Mayıs Cumartesi sabahı saat 8’de arabaya atladık ve yolculuğumuz başladı. Kahvaltı etmediğimiz için epey açtık ama karnımızı bildik yerlerde doyurmamaya, yeni bir yer keşfetmeye karar verdiğimiz için İzmir dışına çıkana kadar bekledik, iyi ki de beklemişiz. Bergama’dan hemen önce, Çanakkale’ye dönülen kavşaktan geçtikten bir süre sonra Zeytindalı adında bir yerin tabelasını gördük ve kahvaltımızı orada yapmaya karar verdik. Adeta cennetten bir köşe bulacağımızı hiç beklemiyorduk doğrusu. Yemyeşil ağaçlarıyla, rengarenk çiçekleriyle, içinde ördekler yüzen göleti, çocuk parkı, tavşandan tavus kuşuna hayvanları, muhteşem kahvaltısıyla gerçekten çok güzel bir yerdi. Bu güzel ortamda leziz yiyeceklere ve manzaraya öylesine dalmışız ki saate tekrar baktığımızda bir saatten fazla bir süre geçmiş olduğunu görüp şaşırdık. Yolcu yolunda gerekti. Keyif kahvelerimizi içip kalktık.



Rahat bir yolculuğun ardından saat iki gibi otele vardık. Dağ yolundan geçerken gördüğümüz manzaralı kahvede bir çay içmeyi de aklımızın bir köşesine not ettik. Resepsiyondaki Nalan Hanım bize odalarımızın anahtarını verdi ve yerleştik. Otel personeli ve müdür İhsan Bey’in sıcak konukseverliği ve saygılı hizmetinden bahsetmemek olmaz. Orada kaldığımız iki gün boyunca tek bir hoşnutsuzluğumuz dahi olmadı. Çiçekleri, çimleri, atları, hamakları, havuzuyla gerçekten çok keyifli bir ortamdı. İlk günün geri kalanını yolculuğun yorgunluğunu atmak ve sohbetle geçirdik. Otelin yakınındaki ev yemekleri lokantasında kabak çiçeği dolması tattık, nefis zeytinyağlı sarmadan yedik. Akşam biraz serindi ama hem deniz hem dağ havası almak gerçekten güzeldi.


Ertesi sabah kahvaltının ardından Behramkale’ye gittik. Arabaları aşağıda park edip taş döşeli yokuştan çıkmaya başladık. Yokuşun hemen başındaki güleryüzlü Şadiye Teyze’yi görüp de yanına gitmemek mümkün değildi. Oturduğu yerden tatlı tatlı gülümsüyor, bereket için sattığı örgü ipleri ve nazardan koruyan tahtaları gösteriyordu. Onunkine benzer tezgahlar yokuşun iki yanında sıralanmıştı. Yöreye özgü rengarenk hediyelikler ve zeytin kavanozları gittiğimiz her yerde karşımıza çıktı. Hava oldukça sıcaktı, yokuşu tırmanırken arkadaşın deyimiyle “Behram Behram” terledik :p



İlker ve ben ilk yokuşun tepesindeki muhteşem manzaralı Assos Aile Çay Bahçesi’nde otururken diğerleri daha dik ve uzun olan yokuşu tırmanıp Akropol’ü gördü. Tekerlekli sandalyeyle çıkılması neredeyse imkansız olduğu için biz aşağıda kaldık. Serinliğin ve manzaranın tadını çıkararak çayımızı kahvemizi içtik ve sohbet ederek bekledik. Fincanda yapılmış kahveden ilk yudumu aldığımda sakız tadını hemen fark ettim. İlk defa içtiğim sakızlı kahve benim için hoş bir sürpriz oldu.



Diğerleri yanımıza geldikten sonra çay bahçesinde bir süre daha oturup arabalara döndük. Antik iskeleyi görmeye niyetlendik ama denize inen dar ve virajlı yolun sadece bir noktasına kadar gidebildik. İlerisi çok kalabalık olduğu için arabaları bir alanda bekletiyorlardı. Beklememeye karar verip masmavi deniz manzarasını kâr sayarak geri döndük ve Yeşilyurt’a doğru yola koyulduk. Dağ yolunda deniz manzarası yine muhteşemdi. Orada kaldığımız süre boyunca deniz hep çarşaf gibi dümdüzdü.


Yeşilyurt Köyü’nün meydanında park edip arabalardan indik ve meydandaki koca çınarın gölgesinde biraz durduk. Bir yanımızda güller içinde bir çay bahçesi, bir yanımızda tarihi denebilecek ‘Tad Bakkal’ vardı. Eski evler meydanı çevreliyordu. Yine taşlarla döşenmiş dar bir yokuştan çıktık; tarih ve çiçek kokan havayı soluyarak fotoğraflar çektik. Bu arada karnımız iyiden iyiye acıkmıştı. Köyden ayrılıp tekrar dağ yoluna çıktık ve daha önce orada yemek yemiş olan İlker’in tavsiyesiyle Çamtepe’de durduk. Çocukluğumdan beri böyle güzel köfte yememiştim desem yalan olmaz :) Yoğurt, ayran ve salata da muhteşemdi.



Tıka basa doyduktan sonra (orada sofraya oturup az yemek mümkün değil) Truva’ya doğru yola koyulduk. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından biletlerimizi aldık ve yerli yabancı turistlerle birlikte içeri girdik. Elbette Truva Atı’nı gördük, kalıntıları gezdik, bolca fotoğraf çektik. Kendimi bildim bileli haberdar olduğum, fotoğraflarını, televizyonda görüntülerini gördüğüm yerlerde bizzat bulunmak bambaşka bir histi. Bu anları sevdiğim insanlarla paylaşmak ise ayrı bir mutluluk oldu.



Günün yorgunluğu ve sıcağın etkisiyle pilimiz bitmeye yüz tutunca otele döndük. Odalarımızda dinlendikten sonra birkaç lokma atıştırarak (Çamtepe’deki öğünden sonra hala acıkmamıştık) havuz başına geçtik. Gitar ve klarnet çalan iki gencin yaptığı canlı müzik eşliğinde rakılar yudumlandı, muhabbet edildi. Çok keyifli bir geceydi. Şarkılardan fal bile tuttuk :)


Zaman nasıl olduğunu anlayamadığımız bir hızla geçmiş, dönüş günü gelip çatmıştı. Havuz ile çiçeklerle dolu bahçenin arasında kalan masalardan birine oturup kahvaltımızı yaptıktan sonra toparlandık ve biraz oyalandıktan sonra otelden ayrıldık. Açıkçası o güzel ortamdan ayrılmayı hiç istemedik. Koydan tepeye doğru tırmanan dar yolda kuş seslerini dinleyerek ilerledikten sonra tekrar dağ yoluna çıktık ve gelirken görüp oturmayı kafaya koyduğumuz manzaralı kahvede durduk. Şansımıza en kenardaki masalardan biri yeni boşalmıştı. Menemen, gözleme ve çayın tadı muhteşem manzarayla daha da güzelleşmişti sanki. Karnımızı doyurduktan sonra gönülsüzce de olsa kalktık ve İzmir’e doğru yola koyulduk. Adatepe’deki Zeytinyağı Müzesi’nden, önünde yazdığı gibi Kaz Dağı’nın asıl altını olan zeytinyağlarından alıp yola devam ettik ve yorgun ama mutlu bir şekilde evlerimize vardık.


Böylece bu sene Türkiye’nin daha önce görmediğim en az üç yerini görme dileğimin bir ayağı daha gerçekleşmiş oldu. İki yolculuk da o kadar keyifliydi ki aslında on yere bedel sayılabilir. Benim için harika deneyimlerdi. Mutluyum ve şanslıyım, darısı bu yazıyı okuyan herkesin başına :)


11 Şubat 2008 Pazartesi

Frida

Çok uzun zamandır izlemek istiyordum bu filmi.. Elliot Goldenthal imzalı müziklerine daha ilk dinleyişte vurulmuş ve defalarca dinlemiştim. Geçenlerde son derece amatörce yaptığım ve film müzikleri çaldığım internet radyosu programında müziklerine hayran olduğum bu filmi henüz izleyemediğimi söylediğimi duyan bir arkadaşım, bana nefis bir sürpriz yaparak filmin DVDsini gönderdi :) Ve dün filmi seyrettim.

Eminim hakkında bir çok yerde pek çok kez yazılar yazılmış, filmden defalarca bahsedilmiştir. İzlemediğim filmler ve okumadığım kitaplar hakkında fikir sahibi olmak istemediğim için hiç araştırıp okumam, karşıma tesadüfen çıktığında da gözlerimi başka yöne çeviririm. Bu yüzden film ve -utanarak itiraf ediyorum ki- Frida Kahlo hakkında pek bir fikrim yoktu.

İşin teknik, sanatsal kısmından ahkam kesecek kadar çok anlamam, yazdıklarım sadece filmin bende uyandırdıkları. Oyuncularıyla, atmosferiyle, renkleriyle, kostümleriyle, müzikleriyle, kurgusuyla bence gerçekten çok başarılı. Müzikler, tahmin ettiğim gibi filme çok yakışmış, damakta bıraktığı tadı yoğunlaştırıyor. Renklere özellikle bayıldım. Hele ortasında avlular olan o Meksika evleri.. Kahlo'nun resimleri.. (Ashley Judd'ın canlandırdığı Tina ile olan dans sahnesinden bahsetmeden geçmek olmaz :)

Olağanüstü bir karakter olan Frida Kahlo'nun kendisi gibi sıra dışı olan büyük aşkı, fiziksel ve ruhsal acıları, yaşam enerjisi, tutkuları, aykırılıkları ve tüm bunları aktardığı resimleri, filmi izlerken insanı bambaşka bir dünyaya çekiyor. Aşkın ne büyük bir güç olduğunu, acısının ne kadar yıkıcı olabileceğini, aynı amaç uğruna çabalamanın insanları nasıl yakınlaştırdığını, bir kadının içindeki çelişkileri bu çok farklı ve renkli yaşam öyküsünde görebiliyor insan. Aslında görmekle de kalmıyor, bir noktaya kadar hissedebiliyor da. İşte bu yüzden bu film benim gözümde bu kadar başarılı.

Sonuç olarak, geç de olsa ruhuma mükemmel bir renk ve müzik ziyafeti çektim. Sebep olan herkesin ellerine sağlık :)

24 Ocak 2008 Perşembe

Sevgili D'Artagnan

Çocukluğumun tek kanallı televizyon günlerinin en önemli ve renkli parçalarından biriydi buz pateni şampiyonaları yayınları. Hele İzmir gibi kara, buza uzak bir şehirde buz pateni bana bambaşka bir dünya gibi görünürdü. Balerinlerin tütülerine olduğu gibi patenci kızların kostümlerine de hastaydım :) Ekran başında saatlerce oturup izlerdim.

Eurosport'ta bugünlerde devam eden Avrupa Şampiyonası'na rastlayınca bir anda eski günlere döndüm. Hala rastladığımda izlerim ama eski ilgim artık yok. Belki bunun sebebi son yıllarda Torvill&Dean, Grishuk&Platov, Philippe Candeloro veya Alexei Yagudin gibi insanı 5-6 dakika boyunca ekran başına mıhlayan isimlerin olmayışı. Günümüz patencilerinden sadece Brian Joubert'i kaçırmamaya çalışıyorum.

Eski günlere dönünce içimden onları tekrar izlemek geldi ve sağ olsun Youtube (nihayet tekrar açıldı) imdadıma yetişti. Aklımda, gönlümde yer etmiş performansları buraya ekleyerek paylaşmak istedim. İlginiz ve vaktiniz varsa izleyin :)

1. Philippe Candeloro, 1998 Kış Olimpiyatları, Serbest Program
Listemin tartışmasız bir numarası :) Teknik olarak bir Plushenko kadar mükemmel olmasa da Candeloro artistik yönüyle benim gözümde tüm zamanların en iyisidir. D'Artagnan performansını defalarca izlesem bıkmam. 1994 Dünya Şampiyonası'ndaki Godfather performansı da çok iyidir ama en iyisi D'Artagnan :) Müzik, koreografi, kostüm, mimikler, figürler.. ancak bu kadar muhteşem bir uyumla bir araya gelebilirdi.



2. Jane Torvill & Christopher Dean, 1984 Kış Olimpiyatları, Serbest Program
Bana Ravel'in Bolero'sunu öğreten, buz patenini sevdiren, çocuk yaşımda bile müthiş etkileyen büyüleyici performans. Müziğin monoton ritmine rağmen bir an bile sıkılıp kopmuyor insan.



3. Alexei Yagudin, 2002 Kış Olimpiyatları, Kısa Program
Yagudin'in en sevdiğim, beni en çok etkileyen performansı.



4. Oksana Grishuk & Evgeny Plakov, 1997 Dünya Şampiyonası, Orijinal Dans "Liber Tango"
Aralarında nefis bir uyum olan bir başka çift. Aslında bu performans için söylenecek fazla söz yok :) Sadece izlemek gerek..



5. Brian Joubert, 2004 Dünya Şampiyonası, Serbest Program
Fransa'nın Candeloro'dan sonra erkeklerde çıkardığı yeni yıldız. Tekniği çok kuvvetli, artistik olarak da oldukça başarılı. Matrix performansını çok beğenmiştim, listeme eklememek olmazdı.



Ve bonus :) Philippe Candeloro'nun 1998'deki Gala performansı..


14 Ocak 2008 Pazartesi

Bir Parmak Bolu

Şarkıda diyor ya hani... nerden başlasam, nasıl anlatsam? İşte hafta sonunu yazmak için dosyayı açtığımda aklımdan ilk geçen bu sorular oldu. İki güne öyle çok şey sığdı ki nasıl anlatacağımı ben de ancak bitirince göreceğim sanırım.


Aydan ile bir hafta sonu İstanbul’a gitme niyetimiz bir süredir vardı. Ama İlker ve Fırat’tan gelen Bolu önerisi sürpriz oldu. Cumartesi alana indikten sonra Bolu’ya geçecek, orada bir gece kaldıktan sonra ertesi akşam tekrar İzmir’e dönecektik. Araba yolculuğu ve yorgunluk ihtimali aklımızda bir anlık soru işareti oluşturduysa da güzel bir değişiklik olacağını düşünerek kabul ettik ve bütün hazırlıklar tamamlandı. Aramıza bir de sürpriz olarak o sırada İstanbul’da bulunan, Ankara’dan ortak arkadaşımız Özlem katıldı.


Planda bir değişiklik olunca İstanbul’dan Bolu’ya gitmek üzere yola çıkışımız gecikti. Bu yüzden yolculuğu karanlıkta yapmak durumunda kaldık ve manzarayı pek izleyemedik. Yine de yol kenarındaki karların farlar ışığında pırıldaması bizi neşelendirip heyecanımızı arttırdı. Beş kişilik grubumuzun iki İzmirlisi olarak Aydan’la ikimize kar cahili demek pek de yanlış olmazdı. Karları gördükçe yolculuğun yorgunluğu, açlığımız ve aracımızın bazen buzlu yol üstünde hafifçe dans etmesinin verdiği hafif tedirginlik neredeyse yok oluyordu :) Bu arada Fırat’ın usta şoförlüğünü belirtmeden geçmek olmaz.


Gideceğimiz yerin ismi Özcan Pansiyon’du ve hiçbirimiz daha önce gitmemiştik. Fırat’ın arkadaşının tavsiyesiyle gideceğimiz pansiyonun web sitesindeki fotoğraflardan edindiğimiz fikirler dışında oraya dair hiçbir bilgimiz yoktu. Bir de internet olmadığını ve cep telefonlarının sağlıklı çalışmadığını biliyorduk. Bir ara zincir takmak için durduğumuzda havanın ne kadar soğuk olduğunu gördük. Arabanın içindeki ısı göstergesindeki rakamlar mütemadiyen artıyordu. Ama eksi yönde :) Bir yere ilk gidişte hep olduğu gibi yol sanki bitmiyordu. Nihayet ağzında tabela olan dar bir yola girerek yüksek ağaçlar altına inşa edilmiş ahşap binalar arasında durduk. Karanlıktaki görünümleri bile bir sıcaklık yayıyordu. Hava -20 derece olmasına rağmen hem de :)



Hemen bir odaya geçtik ve eşyaları bırakıp biraz dinlendik. Pansiyonda kaloriferli, sobalı ve hem kalorifer hem soba bulunan odalar var. Bizim oda hem kaloriferli hem sobalıydı. Sobayı hemen gagışlayınca (İlker’in sobayı yakarken kullandığı bu söz hepimizin diline dolanarak bütün hafta sonuna damgasını vurdu desem yalan olmaz :) mis gibi çam odunu kokusu sıcaklıkla beraber içeri yayıldı. Dışarının keskin soğuğundan sonra bu sıcaklık çok iyi gelmişti. Ahşap duvarlı oda ortasında sobası, desenli nevresimleri, ayrı bir soba bulunan banyosu ile sade ve çok şirindi. Sanki bir köy evinin en güzel odasında misafir edilmekteydik.


Açlıktan zil çalan midemizin ısrarına daha fazla direnmeden hemen karşı binada bulunan yemek salonuna geçtik. Her tarafı geniş pencerelerle kaplı geniş salona girer girmez ilk gözüme çarpan köşede yanan şömine oldu. Üstü türlü heykelcikle kaplıydı ve önünde ahşap koltuklar vardı. Çok çekici görünüyordu ama şömine keyfini erteleyip önce karnımızı doyurmak için masaya geçtik. Ahşap duvarlarda kılıçlar, süs amaçlı idare lambaları, birkaç da tablo asılıydı. Pansiyonun sahibinin iki oğlundan biri olduğunu daha sonra öğrendiğimiz güler yüzlü, nazik bir bey hemen masayı donatmaya başladı. Yediğin içtiğin senin olsun, gezdiğin yerleri anlat diye bir laf vardır ama bu sofradan bahsetmeden geçmek olmaz. Kaşarlı domates çorbası, güveçte mantar, soslu erişte, mantı, salata, saçta kavrulmuş sebzeli et, pilav, kızarmış ekmek ve son olarak gelen kabak tatlısıyla kaymaklı ekmek kadayıfı öylesine lezzetliydi ki doyduktan sonra bile yemeye devam ettik. Bu arada bize hizmet eden bey mutfağın sabaha kadar açık olduğunu, gece her saatte gidebileceğimizi ve orada kimse olmasa bile istediğimizi almamızı söyleyerek ortama hakim olan samimi aile havasını daha da iyi hissettirdi.



Mis gibi kahvelerimizi alarak şömine başına geçtik. Üzerimizde tatlı bir ağırlık ve mutlulukla uzun süre sohbet ettik, ateşin sıcaklığının tadını çıkardık. Kahvelerle çayları sıcacık, limonlu ıhlamurlar takip etti. Orada epey bir süre oturduk. Bu arada önündeki maşayla şömineyi de ara sıra gagışladık :)


Her şey aklıma gelirdi ama -20 derecede sıcaktan uyuyamayacağım gelmezdi. Odadaki soba öylesine güzel yanıyordu ki uyuyabilmek için bir müddet kapıyı açık bırakıp içeriyi serinletmek zorunda kaldık. Sobanın alevlerinin tavanda dans edişini seyrederken uyumuşum.


Geç yatmamıza rağmen günışığından mümkün olduğunca faydalanmak için erkenden kalktık. Pırıl pırıl bir gündü. Hemen hazırlanıp kahvaltıya geçtik. Salonun geniş pencerelerinden bembeyaz bir manzara görünüyordu. Ağaçların dalları karlarla ağırlaşmış, çökmüştü. Ara sıra dallardan karlar dökülüyor, ufak bir alanda kar yağıyor izlenimi yaratıyordu. İri buz saçakları camların hemen dışında çatıdan sarkıyordu. Çeşit çeşit reçeller, bal, kaymak, köy peyniri, tereyağı, zeytin, sahanda yumurta, kızarmış sucuk, domates, salatalık, kızarmış ekmek hatta kızarmış patatesin bile bulunduğu kahvaltı sofrası için daha fazla söze gerek yok. Kahvaltımızı getiren beyi akşamki zannettik, hatta aramızda bir süre o mu değil mi diye tartıştık. Meğer pansiyonun sahibinin diğer oğluymuş. İki kardeş birbirine neredeyse ikiz kardeş kadar benziyordu.

Kahve ve çay keyfinin ardından kendimizi parlak güne ve kelimenin tam anlamıyla karların içine attık. Fotoğraflar çekildi, şişirilmiş simitlere benzeyen kızaklarla kayıldı, mis gibi dağ havasını içimize çektik, ağaçlar ve karlar arasında keyifli bir gezinti yaptık ve maalesef dönüş vakti pek çabuk geldi çattı. Eşyalarımızı toplarken giderken aldığımız kestaneleri soba üstünde pişirmeyi ihmal etmedik. Keşke daha fazla kalabilseydik diyerek, tekrar gelmeyi temenni ederek, zamanın çok çabuk geçmesine hayıflanarak arabaya bindik ve bu kez muhteşem dağ manzarasının keyfini çıkararak yola koyulduk.


Ağza bir parmak bal çalmak deyimi vardır hani.. Biz de bal misali bir parmak Bolu çalıp döndük.


2008’e dair kararlarımdan biri olan, Türkiye’nin daha önce gitmediğim en az üç yerini görme kararının bir bölümü daha ikinci haftada, hiç beklenmedik bir şekilde gerçekleşti :) Velhasıl unutulmayacak, dolu dolu, keyifli, muhteşem bir hafta sonuydu...