Aydan ile bir hafta sonu İstanbul’a gitme niyetimiz bir süredir vardı. Ama İlker ve Fırat’tan gelen Bolu önerisi sürpriz oldu. Cumartesi alana indikten sonra Bolu’ya geçecek, orada bir gece kaldıktan sonra ertesi akşam tekrar İzmir’e dönecektik. Araba yolculuğu ve yorgunluk ihtimali aklımızda bir anlık soru işareti oluşturduysa da güzel bir değişiklik olacağını düşünerek kabul ettik ve bütün hazırlıklar tamamlandı. Aramıza bir de sürpriz olarak o sırada İstanbul’da bulunan, Ankara’dan ortak arkadaşımız Özlem katıldı.
Planda bir değişiklik olunca İstanbul’dan Bolu’ya gitmek üzere yola çıkışımız gecikti. Bu yüzden yolculuğu karanlıkta yapmak durumunda kaldık ve manzarayı pek izleyemedik. Yine de yol kenarındaki karların farlar ışığında pırıldaması bizi neşelendirip heyecanımızı arttırdı. Beş kişilik grubumuzun iki İzmirlisi olarak Aydan’la ikimize kar cahili demek pek de yanlış olmazdı. Karları gördükçe yolculuğun yorgunluğu, açlığımız ve aracımızın bazen buzlu yol üstünde hafifçe dans etmesinin verdiği hafif tedirginlik neredeyse yok oluyordu :) Bu arada Fırat’ın usta şoförlüğünü belirtmeden geçmek olmaz.
Gideceğimiz yerin ismi Özcan Pansiyon’du ve hiçbirimiz daha önce gitmemiştik. Fırat’ın arkadaşının tavsiyesiyle gideceğimiz pansiyonun web sitesindeki fotoğraflardan edindiğimiz fikirler dışında oraya dair hiçbir bilgimiz yoktu. Bir de internet olmadığını ve cep telefonlarının sağlıklı çalışmadığını biliyorduk. Bir ara zincir takmak için durduğumuzda havanın ne kadar soğuk olduğunu gördük. Arabanın içindeki ısı göstergesindeki rakamlar mütemadiyen artıyordu. Ama eksi yönde :) Bir yere ilk gidişte hep olduğu gibi yol sanki bitmiyordu. Nihayet ağzında tabela olan dar bir yola girerek yüksek ağaçlar altına inşa edilmiş ahşap binalar arasında durduk. Karanlıktaki görünümleri bile bir sıcaklık yayıyordu. Hava -20 derece olmasına rağmen hem de :)
Hemen bir odaya geçtik ve eşyaları bırakıp biraz dinlendik. Pansiyonda kaloriferli, sobalı ve hem kalorifer hem soba bulunan odalar var. Bizim oda hem kaloriferli hem sobalıydı. Sobayı hemen gagışlayınca (İlker’in sobayı yakarken kullandığı bu söz hepimizin diline dolanarak bütün hafta sonuna damgasını vurdu desem yalan olmaz :) mis gibi çam odunu kokusu sıcaklıkla beraber içeri yayıldı. Dışarının keskin soğuğundan sonra bu sıcaklık çok iyi gelmişti. Ahşap duvarlı oda ortasında sobası, desenli nevresimleri, ayrı bir soba bulunan banyosu ile sade ve çok şirindi. Sanki bir köy evinin en güzel odasında misafir edilmekteydik.
Açlıktan zil çalan midemizin ısrarına daha fazla direnmeden hemen karşı binada bulunan yemek salonuna geçtik. Her tarafı geniş pencerelerle kaplı geniş salona girer girmez ilk gözüme çarpan köşede yanan şömine oldu. Üstü türlü heykelcikle kaplıydı ve önünde ahşap koltuklar vardı. Çok çekici görünüyordu ama şömine keyfini erteleyip önce karnımızı doyurmak için masaya geçtik. Ahşap duvarlarda kılıçlar, süs amaçlı idare lambaları, birkaç da tablo asılıydı. Pansiyonun sahibinin iki oğlundan biri olduğunu daha sonra öğrendiğimiz güler yüzlü, nazik bir bey hemen masayı donatmaya başladı. Yediğin içtiğin senin olsun, gezdiğin yerleri anlat diye bir laf vardır ama bu sofradan bahsetmeden geçmek olmaz. Kaşarlı domates çorbası, güveçte mantar, soslu erişte, mantı, salata, saçta kavrulmuş sebzeli et, pilav, kızarmış ekmek ve son olarak gelen kabak tatlısıyla kaymaklı ekmek kadayıfı öylesine lezzetliydi ki doyduktan sonra bile yemeye devam ettik. Bu arada bize hizmet eden bey mutfağın sabaha kadar açık olduğunu, gece her saatte gidebileceğimizi ve orada kimse olmasa bile istediğimizi almamızı söyleyerek ortama hakim olan samimi aile havasını daha da iyi hissettirdi.
Her şey aklıma gelirdi ama -20 derecede sıcaktan uyuyamayacağım gelmezdi. Odadaki soba öylesine güzel yanıyordu ki uyuyabilmek için bir müddet kapıyı açık bırakıp içeriyi serinletmek zorunda kaldık. Sobanın alevlerinin tavanda dans edişini seyrederken uyumuşum.
Geç yatmamıza rağmen günışığından mümkün olduğunca faydalanmak için erkenden kalktık. Pırıl pırıl bir gündü. Hemen hazırlanıp kahvaltıya geçtik. Salonun geniş pencerelerinden bembeyaz bir manzara görünüyordu. Ağaçların dalları karlarla ağırlaşmış, çökmüştü. Ara sıra dallardan karlar dökülüyor, ufak bir alanda kar yağıyor izlenimi yaratıyordu. İri buz saçakları camların hemen dışında çatıdan sarkıyordu. Çeşit çeşit reçeller, bal, kaymak, köy peyniri, tereyağı, zeytin, sahanda yumurta, kızarmış sucuk, domates, salatalık, kızarmış ekmek hatta kızarmış patatesin bile bulunduğu kahvaltı sofrası için daha fazla söze gerek yok. Kahvaltımızı getiren beyi akşamki zannettik, hatta aramızda bir süre o mu değil mi diye tartıştık. Meğer pansiyonun sahibinin diğer oğluymuş. İki kardeş birbirine neredeyse ikiz kardeş kadar benziyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder